Ana içeriğe atla

Modern Dünyada İnsanların Barış İçinde Yaşamaları Düşünüldüğü Kadar Zor Mudur?

     

        Tarih derslerinde sonu gelmeyen savaşlardan bahsederken aklımda hep aynı sorunun dolaştığını hatırlıyorum: İnsanlar için barış içerisinde yaşamak neden bu kadar zor? Neden ortak paydalarda buluşmayı veya empati yapmanın insanlık adına olan önemini konuşmak yerine yaşanan sayısız savaşların yıllarını ezberlemek zorundayız? Eğer siz de benim gibi bu konuyu kendinize dert edindiyseniz biraz daha yakından inceleyebiliriz. 


  Pek çok tarih kitabının tarihin başlangıcı olarak kabul ettiği Sümerler ve MÖ 3,000 civarında oluşan Mısır medeniyetini görebiliriz. Başlangıcı bu belirttiğimiz noktadan aldığımızda ise günümüze kadar olan süreç sonu gelmeyen savaşlar döngüsünden oluşmaktadır. Özellikle 1740 ve 1897 arasında Avrupa'da 230 savaş ve devrim yaşanmıştır. Bu süreçte, ülkeler hem askeri harcamalar, hem zorlaşan yaşam koşulları hem de sivil halkın isyanlarının artmasıyla beraber pek çok kez iflas gerçeği ile yüzleşmek zorunda kalmıştır.


   Savaşların akıbetinin, on dokuzuncu ve yirminci yüzyılların başlarında değişerek azaldığını söylemek mümkündür. Ancak elbette bu durumun nedeni bireylerin iç dünyalarında yaşadıkları değişimlerin toplumsal hayata yansıması değildi. Modern dünyanın kapılarını açan sihirli sözcük olan teknoloji kavramını bu durumun sorumlusu olarak görebiliriz. Çünkü bu o kadar muazzam bir kavramdı ki yeri geldiğinde savaşların başlamasına yeri geldiğinde ise kısa bir sürede bitmesine neden olmuştur. 


  Tabi bu durum aynı zamanda dünya tarihine oranla daha az savaş yaşanmasına rağmen ölüm sayılarının neden bu kadar yüksek olduğunu da açıklamaktadır. 1740 ve 1897 arasındaki 157 yıldaki tüm savaşlarda 30 milyon insan ölürken, sadece Birinci Dünya Savaşı'nda ölü sayısı 5 milyon ila 13 milyon arasında değişmektedir. İkinci Dünya Savaşı sırasında ise inanılmaz bir şekilde, 50 milyon insanın öldüğüne dair bildiriler bulunmaktadır. 


   Bu durumun patolojik olarak açıklama girişimine girildiğinde ise pek çok farklı görüş olduğu görülmektedir. Örnek olarak evrimsel psikologların bakış açısından baktığımızda, insan gruplarının savaşa girmelerinin doğal olduğunu ileri sürerler; çünkü insanlığın üreme ve nesilden nesle aktarımları konusunda bencil olduklarını ve bu yolda hayatta kalmalarına yardımcı olan kaynakları ellerinde tutmaya ve tehdit içeren karşı gruplara karşı savaşma eylemini gösterebileceklerine inanırlar. Daha çok rekabetin ağır bastığı bir ortama değinmektedirler. 

 

   Biyolojik temelli girişimlere bakıldığında ise, özellikle yüksek seviyedeki testosteron hormonunun saldırganlıkla olan bağlantısına dikkat çekmek isterler. Buna ek olarak, düşük bir serotonin seviyesinin de beraberinde bu durumu getirebileceğine inanırlar. Bunun için de hayvanlara serotonin enjekte edildiğindeki daha az agresif tavırlar sergilemeleri örnek verilmektedir.


  Ancak, bu açıklamaların güncel araştırmaları desteklemediği ortadadır. Özellikle antropolojik bakış açılarına ve arkeolojinin ortaya çıkardığı kanıtlara göre, erken insanlık tarihinde ya da tarih öncesi dönemde savaşların daha nadir görülmesini açıklayamamaktadır. 


  Özellikle az önce bahsedilen nedenlerin en önemli problemleri savaş teorilerini belirli bir çerçevede açıklamalarıdır. Çok boyutlu ve özellikle içsel motivasyon anlamında modern dünyada yeterince karşılığı bulunmamaktadır ve aslında bunların çok da ötesinde değinilmesi gereken noktaları karşılayamamaktadırlar.

  Sorularımıza cevap aramak için özellikle psikolojik yaklaşımlara bakmak gerekebilir. Bunun için savaş üzerine araştırmalar yapan ilk psikolog olan William James’ ve "Savaşın Ahlaki Eşdeğeri" başlıklı makalesine bakabiliriz. 


  Burada James, savaşın hem birey hem de bir bütün olarak toplum üzerindeki olumlu psikolojik etkileri nedeniyle çok yaygın olduğunu öne sürmektedir. Toplumsal düzeyde savaş, karşıdan gelen bir tehdit karşısında birlik olma duygusunu uyandırır. İnsanları birbirine bağlar ve bu sadece askeri anlamda değildir. Bireysel düzeyde, savaşın olumlu etkilerinden biri, insanları daha canlı ve uyanık hissettirmesidir. Anlam ve amaç peşinde koşmalarını sağlar ve onlara günlük yaşamdaki sıradanlığı unutturur.


  Back to Sanity adlı kitabında ise Steve Taylor, bunlara ek olarak iki önemli faktörü daha vurgulamaktadır. İlk olarak, savaşların genellikle gözle görülür nedenleri; yeni topraklar kazanmaya çalışmak, petrolü kontrol altına almak, başka toprakları kolonize etmeyi başarmak ve statü kazanmak gibi noktalardır.


  İkinci olarak ise, savaşların geri kalan kısımlarının da grup kimliği ile ilgili olduğuna inanmaktadır. Savaşlar insanların bağlı oldukları etnik, kültürel ya da dini gruplara olan bağlılıklarını arttırmak için de birer ispat görevi görmeye çalışmışlardır. Bunu yaptıkları için de kendileriyle gurur duymaları gerektiğine inandırmaya çalışırlar. Buradaki sorun, bunu yaparken sürekli belli bir grup ile özdeşleşen bireylerin otomatik olarak kendisinden olmayanı ötekileştirmesidir. Tarih boyunca her ne kadar toprak genişletme amacı barındırsa da aslında pek çok savaş insanları bizden olan ve bizden olmayan şeklinde ayrıştırmalarına katkıda bulunarak en büyük izleri bırakmıştır.


  Ancak her ne kadar modern dünyada teknolojiyi savaşların başlama ve bitme sebebi olarak görsek de inkâr edemeyeceğimiz bazı gelişmeler yaşanmaktadır. Gelişen teknoloji ile birlikte savaşlara ve onların oluşmasını sağlayan güçlere şu anlamda kötü bir haber verebiliriz ki gelişen teknoloji ile birlikte dünyada sınır kavramı giderek azalmaktadır. Yani insanlar gelişen teknoloji ile birlikte başka hayatlara, başka kültüre rahatlıkla ulaşabilmekte ve isterlerse de dahil olabilmektedirler. Bu durum da beraberinde daha yüksek empati seviyesinin gelişmesini getirmekte ve başta lokal olarak daha sonra da küresel boyutlarda önemli adımların atılması anlamına gelmektedir. 


   Özellikle insanların dünyanın kitaplarda anlatılan kadar küçük ve standart olmadığını keşfetmeye başlayan bireyler sayesinde dünyayı gezmek, farklı kültürler çalışmak isteyen insanların sayısı giderek artmaya başlamıştır. Bu durum aslında teknolojinin getirdiği bir küreselleşme durumu olarak ortaya çıksa da belki de insanlık tarihinde önemli bir değişiklik getirebilir. Ne dersiniz sizce gelecek dünyada patolojik savaş eylemlerimizde ciddi düşüşler yaşayıp grupsal kimliklere ve beraberinde getirdikleri keskin ayrımlara veda edebilir miyiz? 



Elif ÖZEN








Kaynakça


 Fry, D. P., & Söderberg, P. (19.07.2013). Lethal Aggression in Mobile Forager Bands and 


Implications for the Origins of War. Science (2013), 341: 270-273.


https://www.psychologytoday.com/us/blog/out-the-darkness/201403/the-psychology-war


  Military Medicine, Volume 172, Issue suppl_2, November 2007, Pages 7–


10, https://doi.org/10.7205/MILMED.173.Supplement_2.7


    Phillips, D. (1916). The Psychology of War. <i>The Scientific Monthly,</i> <i>3</i>(6), 


569-578. Retrieved September 10, 2021, from http://www.jstor.org/stable/6113






Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

HAYAT GÜZELDİR FİLM ANALİZİ

                 Filmimiz, baş kahramanı cüretkâr, konuşkan, umursamaz bir adam olan Guido’nun amcasının yanında garson olarak çalışmaya başlaması ve Dora isminde bir öğretmene âşık olup evlenmesiyle başlıyor ve ailesiyle birlikte 2. Dünya savaşı sırasında Yahudilerin toplandığı bir esir kampına düşmesiyle devam ediyor. Bu esir kampında Guido küçük oğlunu yaşatabilmek için ona bunun bir oyun olduğunu hiç kimseye görünmeden saklanabilen ve hayatta kalanın en sonunda kocaman gerçek bir tanka sahip olacağını söyler çünkü oğlunun en sevdiği oyuncak tanktır. Böylelikle Guido oğlunun bu yıkıcı durumdan etkilenmemesini ve durumu bir oyunmuş gibi algılamasını sağlamış oldu İnsanın hayata tutunması için her zaman bir motivasyona ihtiyaç duyduğu gerçeği aslında filmde baş karakterimiz Guido’nun ailesi için kampta hayatta kalma mücadelesi vermesi, ailesinin bütünlüğünü korumaya çalışması, çocuğunun sağ kalması için çabalaması aslında belki de fizik...

Taklit Hastalıktan Dayatılan Hastalığa Munchausen Sendromunun Analizi

İnsanı bedensel, ruhsal ve sosyal bileşenlerin bir bütünü olarak düşündüğümüzde, bu bütünlüğün korunması ve sürdürülmesi sağlıklı olmayı temsil etmektedir. Bu iyilik halinin ortadan kalkması ise hastalığı ifade eder. İnsanların hastalık davranışları, hastalığın akut veya kronik olmasından, hasta kişinin sosyo-ekonomik ve kişisel özelliklerinden etkilenebilmektedir. Sayılan bu özellikler aynı zamanda hastalığa karşı gösterilen psikolojik tepkilerin de belirleyicisi olabilmektedir. Hastalık yüzünden çekilen acı ve bu acının kişinin hayatında yarattığı etki, o kişinin psikolojik sağlamlığının düzeyine göre daha hafif veya daha şiddetli hale gelebilir. Psikolojik sağlamlık, kişinin yaşadığı zor durumlar karşısında ruh sağlığını koruyabilme kapasitesi ve bu durumlara “uyum sağlama yeteneği” (Öz ve Bahardır Yılmaz, 2009, s.83) olarak açıklanmaktadır. Psikolojik sağlamlığı etkileyen en önemli faktörlerden biri ise sosyal destektir. Kronik hastalığı olan kişilerle yapılan bir çalışmada, algı...

OSB ve Taklit Becerisi

            Taklit, erken çocuklukla birlikte gelişen sosyal bir etkileşim becerisidir. Bu beceri, çocukların hem sosyal hayatında hem de yeni bilgi ve beceri kazanmalarında önemli rol oynamaktadır (Ingersoll, 2008b; Ingersoll ve Lalonde, 2010). Ayrıca, taklidin iletişimsel yönü ele alınırsa; ebeveyn- bebek arasındaki ilk etkileşim aracı olduğunu da söyleyebiliriz (Turan ve Ökçün-Akçamuş, 2013). Örneğin, bebekler karşılıklı gülümseyerek ya da çeşitli jest ve mimikler yaparak ebeveynlerinin çeşitli ses ve hareketlerini taklit ederler ve böylelikle aslında onlarla iletişime geçmiş olurlar.          Taklidin diğer bir işlevi olan öğrenmek ise, çocuklara fiziksel ve sosyal çevrelerini keşfetme şansı tanıdığı gibi bu çevrelerden çeşitli deneyimler öğrenmesini de sağlar. Bu öğrenme sadece sosyal değil aynı zamanda bilişseldir de çünkü taklit becerisinin denem- yanılma ya da problem çözme gibi ö...