Uykunun mahmurluğunu henüz üzerinden atamamıştım. Pencerenin hemen yanındaki yatağımda bir sağa bir sola dönüyordum. Her gün mutlaka önce penceremden dışarı bakar, derin bir nefes alırdım ama nedense bugün bakmak içimden gelmemişti. Hafif sağıma döndüm. Başımı pencereye doğru uzattım. Gökyüzü bugün bir başka, bir tuhaftı. Maviliği kaybolmuş, puslu ve kızıl bir renge boyanmıştı.
Alt katta akşamdan açık unuttuğum televizyondan gelen haberlerin sesleri kulağıma çarptı. Bir yandan telefonum çalıyor, çalıyor ve çalıyordu. Sebepsizce elim ayağıma dolandı. Haberlerde yeni bir yangının olduğu yinelenip duruyordu. Uykum biraz dağılmış kendime gelmiştim. Telefonu açtığımda ablamın endişeli sesi kulaklarımda yankılandı. Yerleşim yerimizin çok yakınında bir yangın olduğunu, durumun gerçekten çok ciddi ve korkunç olduğunu söyleyerek kapattı.
Endişeyle ama elimden geldiği kadar soğukkanlı olmaya çalışarak çantama koyabildiğim kadar su koyarak evden çıktım. Yaklaşık on beş, yirmi dakika içerisinde tarif edilen yangın yerindeydim. Burada kimileri nereye koştuğunu bilerek koşuyordu. Kimileri de nereye gittiğini, ne yaptığını bilmeden telaşla oradan oraya gidiyordu. Elime kazma kürek alarak hemen yardım etmeye koyuldum. Yerde yanan alevlerin üzerine toprak atmaya çalışıyorduk. Bazen gelen su tankerleri ile faydası hakkında emin bile olamadan bir kıvılcımı söndürebiliriz umuduyla alevlere püskürtüyorduk.
Bu haberlerde izlemekten, duymaktan çok farklıydı. Zaman kavramını yitirmiştim. Başımı kaldırdım. Maviden kızıla dönen bir gök. Kuşlar çığlık atıyor, alevlerin arasında kalan bedenlerini kurtarabilme umuduyla başka bir alev kapanına yahut hiç yanmayan bir yere atıyordu. Ateşin harlanan sesi kulaklarımı tırmalarken ilk kez esen rüzgârı sevmiyordum. İlk kez içime huzur dolduran ağaçların arasındayken çaresizlik içinde acı çekiyordum. Bu bir savaştı. Bu doğanın insanla olan savaşıydı. Ölüm kalım meselesiydi. Düne kadar her tarafı gönül rahatlığıyla çöp doldurulan bu orman, bu ağaçlar, bu canlılar ellerimizin arasından kayıp gidiyordu. Bu veda doğanın bizden aldığı intikamın vedası gibiydi.
Tüm ekipler canla başla çalışıyordu. Alevler yine de ağaçları yutuyor, uzaktan bakılınca ne var bunda söner denilense de büyük bir hızla ilerliyordu. Geriye bir kül yığını, kapkara bir toprak bırakıyordu. Bir kaplumbağa ateşten kaçamıyor olmasının bitkinliği ile bir taşın dibine sığınmaya çalışıyor, ağacın dalından yükselen sıcaklıktan kalbi durmuş bir kuş düşüyor, bir köşede bir solukta can veren bir tilki duruyordu. Nefesim kesiliyordu. İnsanlar çaresizdi.
Ateşin etkisiyle patlayan, ateş topuna dönen bir kozalak hızla kulağımın dibinden geçip elli metre ötedeki ağaçları tutuşturmuştu. Nereye koşarsak koşalım yetişemiyorduk. Ruhumuz yanıyordu sanki. Sağımız, solumuz her yanımız teslim olmuşken dünya ayaklarımızın altından kayıyordu. Umut tepetaklak olmuş, çaresizliğin vahametiyle gerilen yüzler donmuştu. Nefesimin bile o alevleri harlayacağından korkmuştum. Herkes birlik olmuş yanmayan cephede kül olmayan vatan topraklarını, yerini, yurdunu esir vermemek için çabalıyordu. Bu çaba itfaiye erinin uykusuz gözlerinden damlayan yaşta, tek bir ağaç için dökülen alın terindeydi. Bir umut söndürmek için alevlere savrulan bir zeytin dalındaydı. Orada atan kalplerdeydi.
Bir ağacı saniyeler içinde saran, boyu metrelerce uzayıp giden alevle gözlerim dehşetle açıldı. Bir ses, bir ses duyuyordum. Bu derinden, inleyen bir ağlama sesi gibiydi. Bu kesik kesik, çelimsiz bir çığlık gibiydi. Hemen yanımda alevlerle mücadele eden bir itfaiye eri bu şaşkın ve endişeli halimi fark etmiş olacak ki kulaklarımda, zihnimde ve ruhumda defalarca yankılanmış yıllar da geçse yankılanacak olan şu cümleyi söyledi bana. “O ağlayan bir ağacın sesi. Ağaçlar yanarken için için ağlarlar. Cılız bir sesle feryat ederler.” Duyar duymaz hüngür hüngür ağlamaya başlamıştım. Engebeli araziden bir şekilde yola indiğimde ağaçlardan evlere sıçrayan alevlerle karşı karşıya kaldım. Ağaçların feryatlarını bastıran insanların feryatları vardı artık. Nereye gideceğini bilemeyen insanlar, hayvanlar... emeklerinin, evlerinin, kül olan anılarının, yaşanmışlıklarının ardından ağlayan insanlar...
El birliği ile bir ateşe yürümüştük geçmişte, şu anda ve yürümeye devam edecektik. O ateş de bizi ve ağaçlarımızı, canlarımızı nefesimizi yutuyor ve yutmaya devam edecekti. Ağaçlar yapraksız, kuşlar yuvasız, insanlar nefessiz kalmıştı. Hatta bir ağaç, bir yuva, bir nefes artık yoktu.
Çaresiz kurtarma ekipleri ve jandarma eşliğinde tehlikeli alandan ağlayarak uzaklaşmış ama kalbimi ve ruhumu o savaşın ortasında bırakmıştım.
Yağmur ÇİLENGER
Yorumlar
Yorum Gönder