Ana içeriğe atla

Frances: Tanı mı Taklit mi?

 






“Bende mi bir sorun var diye düşünmeye başladım. Artık hiçbir şeyi anlayamıyorum. Ve bu bana acı veriyor. İnsanlara bakıyorum. Birbirini gerçekten seven var mı merak ediyorum. Beni özlüyor musun Harry?”


       Psikoloji  elbette ki tarihinden de ayrı düşünülemez bir disiplin. Kısa ama yoğun tarihine  baktığımızdaysa ilk başlarında oldukça etik dışı uygulamaların varlığını görüyoruz. Frances filmi de tam bu döneme tutulan bir ışık. İnsanların doğal sorgulamaları, savaş, açlık karşısında acı çekmeleri, kendi hayatlarını oluşturmaları,  tanı almalarına neden oluyor. Filmde bahsi geçen ruh sağlığı merkezinde ise hastaların istismarından denek olarak kullanılmasına kadar her tür etik dışı davranışı görebiliyoruz.  Aynı yolda yürümeyen tüm insanların tek tek metalaştırılmasını seyrediyoruz. Bu çoğumuza çok uzak bir tarih olarak gelebilir. Artık elektro şoklar eskisi gibi değil, insan deneyleri, ruh sağlığı merkezlerinin iyileştirilmesi... Peki bu değişim ve törpüleme süreci hiç dönüşüm geçirmemiş midir?  Günümüze değin saran uzuvlarından bu kadar kolay kurtulmak mümkün müdür? 

      Aslında, Frances Farmer’dan da yola çıkarak modern tanılama, sınıflandırma yöntemleri üzerinde durmak istiyorum. Ama öncesinde filme bir göz atalım. Filmde Frances, dini inancı topluma uymayan ve bunu yazdığı bir kompozisyonunda dile getirdiği için hem ödül alan hem de herkesin nefretini toplayan 16 yaşında  genç bir kızdır. Hayali oyunculuk ve farklı şehirlerden geçer. Kısa sürede Hollywood’da çok ünlü bir aktör olmasına rağmen bu karmaşada bulunmak istemez. Yaptığını gerçek sanat olarak göremez çünkü dışarıda insanlar savaştan, açlıktan ve sefaletten ölmektedir ve Frances de asıl bunu kendi sanatında yansıtmak ister.  Bir süre sonra taşınıp tiyatroya başlasa da Hollywood onu rahat bırakmaz. Tüm işleri elinden alınır ve tekrar geri döndüğünde Frances setlerde oynamak istemez, tüm ailesi ve çevresindekilerin iki yüzlü olduğunu düşünür, çünkü onların gözünde sadece içi boş bir oyuncudur. Sürekli sette buna tepki gösteren Frances mahkeme emriyle bir ruh sağlığı merkezi ne yatırılır. Burada istemediği ilaçlar, şok tedavileri, şiddet ve daha fazlasını görür.  Başından beri sadece eve gidip dinlenmek istese de sonu hep bu merkeze gelir. Burada personelin ve merkeze gizli sokulan insanların istismarına uğrar ve tamamen bir deneğe dönüşür. Beyni lobotomi işlemi için kullanılır ve böylece Frances’in artık hayali, duyguları ve düşünceleri  ve yaratıcılığı kalmaz, lobotomi buna neden olur.  Sonunda Frances tüm farklılıklarından arınmış, sözde normal bir insan olur. Bu filmin en üzücü yanı ise otobiyografik olmasıdır elbette. 

Frances başından beri akıl hastası olmadığını söylese de ona kimse inanmaz. Sürekli damgalanır.  

Bana bir sürü şey yapıyorlar Harry. Görmüyor musun?  Bana bir şeyler veriyorlar. Kafama düşünceler sokmaya çalışıyorlar, beynimin içini, düşüncelerimi yeniden düzenlemeye çalışıyorlar. Aslında beni delirtmeye çalışıyorlar.’’

        Filmden günümüze döndüğümüzde, katı sınıflama sistemlerinin etkisini hala bir yandan hissederiz. Bu noktada bana göre tanı koymayı tamamen reddetmek de cüretkar ve yanlış bir tutum olabilir.  Ancak tanıların arkasına saklanan ve bu maskeyi asla kıramayan bir danışan danışman ilişkisi nasıl mümkün olur?  Yalom bu noktada bir kişiyi tanıladıktan sonra bunun bütün iletişime de sirayet edeceğini ve artık ‘’hasta’’ kişiye normal bakılamayacağını söyler. Sık sık başvurduğumuz kriterler, aslında farklı türde bir perdenin de katlanarak örtülmesine neden olabilir.  Çünkü artık normal bir birey depresyon hastası, anksiyete hastası ve daha pek çok çeşit hastadır. Normal bir birey olmaktan çıkmıştır ve iyileştirici iletişimi engelleyen bir duvar örülür.  Danışmanın yanında artık yardım almak isteyen herhangi biri yoktur. Etiketli bir hasta vardır. Bu danışman açısından bakabileceğimiz perspektif. Filmin bir sahnesinde Frances bana o kadar uzun süre hastaymışım gibi davrandılar ki ben de hasta gibi davranmaya başladım minvalinde bir cümle kurar. Görüyoruz ki bu etiketler sadece yardım vereni değil, yardım alanı da bir dönüştürme süreci.  Artık kendisini bozukluğu ile, belirtileri ile tanımlayan birisi var. Psikolojik bir bozukluğun tanısını almak büyük ihtimalle bu kişilerin benliğinin çoğunu tamamlar. Tanı ve belirtilere göre şekillenmiş bir kişilik yapısı... Artık hem yardım veren hem de yardım alan çok güçlü maskelere sahiptirler. Birbirleriyle bu maskelerin arkasından konuşmaya başlarlar. Yardım veren ve yardım alanın arasındaki bağın doğal iyileştiriciliği kendisini bir makyajın arkasına gizler ve bir dekor arkasından iki el birbirine uzanır. 

       Bunun yanı sıra tanı kriterlerinin nasıl belirlendiğine göz atacak olursak eğer, ilk DSM‘ye baktığımızda hayli şaşırabiliriz doğrusu. Cinsel yönelimi farklı kişileri bozuk olarak tanımlar bu kriterler ve savaş sonrası stres bozukluğu denen bir tanı da günümüzde yoktur artık. O halde bu tanılar neye göre oluşur ve neye göre tekrar tekrar düzenlenir?  Toplumun değişen yapısına göre ve nihayetinde bu toplumu oluşturan insanlara göre.  O halde bundan seneler sonra DSM’nin alacağı şekli tam olarak nasıl tahmin edebiliriz? Bu imkansıza yakın bir tahmin olur. Şu an bozukluk olarak kabul edilen durumlardan hangilerinin yok olacağını, hangilerinin ekleneceğini ya da değişeceğini bilmek çok zor. Bunu bize gösterecek tek büyülü güç zaman. 

       Bu noktada bize postmodern terapilerin bir nebze de olsa nefes alacak bir alan oluşturduğu kanaatindeyim. Bu terapiler ana odağında her bireyin “bozukluk “ denen eğilimlere sahip olduğunu ve bunların derecesinin bireye göre değişeceğini vurgular. Tanı koymaya kesinlikle karşı yaklaşımlar da yok değil. Bu noktada ben de şu an orta bir noktada bulunuyor ve yine de kendimi etiketlenmeyen, özgür etkileşime daha yakın hissediyorum. Çünkü tanımlamadan önce anlamak, anlamaya çalışmak gerektiğine inanıyorum. Zaman içerisinde ne olacağını kestirmek hayli güç olsa da doğal ilişkinin ve anlama isteğinin bozulmaması dileğiyle.


Dudu Ettekin 





Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

HAYAT GÜZELDİR FİLM ANALİZİ

                 Filmimiz, baş kahramanı cüretkâr, konuşkan, umursamaz bir adam olan Guido’nun amcasının yanında garson olarak çalışmaya başlaması ve Dora isminde bir öğretmene âşık olup evlenmesiyle başlıyor ve ailesiyle birlikte 2. Dünya savaşı sırasında Yahudilerin toplandığı bir esir kampına düşmesiyle devam ediyor. Bu esir kampında Guido küçük oğlunu yaşatabilmek için ona bunun bir oyun olduğunu hiç kimseye görünmeden saklanabilen ve hayatta kalanın en sonunda kocaman gerçek bir tanka sahip olacağını söyler çünkü oğlunun en sevdiği oyuncak tanktır. Böylelikle Guido oğlunun bu yıkıcı durumdan etkilenmemesini ve durumu bir oyunmuş gibi algılamasını sağlamış oldu İnsanın hayata tutunması için her zaman bir motivasyona ihtiyaç duyduğu gerçeği aslında filmde baş karakterimiz Guido’nun ailesi için kampta hayatta kalma mücadelesi vermesi, ailesinin bütünlüğünü korumaya çalışması, çocuğunun sağ kalması için çabalaması aslında belki de fizik...

Taklit Hastalıktan Dayatılan Hastalığa Munchausen Sendromunun Analizi

İnsanı bedensel, ruhsal ve sosyal bileşenlerin bir bütünü olarak düşündüğümüzde, bu bütünlüğün korunması ve sürdürülmesi sağlıklı olmayı temsil etmektedir. Bu iyilik halinin ortadan kalkması ise hastalığı ifade eder. İnsanların hastalık davranışları, hastalığın akut veya kronik olmasından, hasta kişinin sosyo-ekonomik ve kişisel özelliklerinden etkilenebilmektedir. Sayılan bu özellikler aynı zamanda hastalığa karşı gösterilen psikolojik tepkilerin de belirleyicisi olabilmektedir. Hastalık yüzünden çekilen acı ve bu acının kişinin hayatında yarattığı etki, o kişinin psikolojik sağlamlığının düzeyine göre daha hafif veya daha şiddetli hale gelebilir. Psikolojik sağlamlık, kişinin yaşadığı zor durumlar karşısında ruh sağlığını koruyabilme kapasitesi ve bu durumlara “uyum sağlama yeteneği” (Öz ve Bahardır Yılmaz, 2009, s.83) olarak açıklanmaktadır. Psikolojik sağlamlığı etkileyen en önemli faktörlerden biri ise sosyal destektir. Kronik hastalığı olan kişilerle yapılan bir çalışmada, algı...

OSB ve Taklit Becerisi

            Taklit, erken çocuklukla birlikte gelişen sosyal bir etkileşim becerisidir. Bu beceri, çocukların hem sosyal hayatında hem de yeni bilgi ve beceri kazanmalarında önemli rol oynamaktadır (Ingersoll, 2008b; Ingersoll ve Lalonde, 2010). Ayrıca, taklidin iletişimsel yönü ele alınırsa; ebeveyn- bebek arasındaki ilk etkileşim aracı olduğunu da söyleyebiliriz (Turan ve Ökçün-Akçamuş, 2013). Örneğin, bebekler karşılıklı gülümseyerek ya da çeşitli jest ve mimikler yaparak ebeveynlerinin çeşitli ses ve hareketlerini taklit ederler ve böylelikle aslında onlarla iletişime geçmiş olurlar.          Taklidin diğer bir işlevi olan öğrenmek ise, çocuklara fiziksel ve sosyal çevrelerini keşfetme şansı tanıdığı gibi bu çevrelerden çeşitli deneyimler öğrenmesini de sağlar. Bu öğrenme sadece sosyal değil aynı zamanda bilişseldir de çünkü taklit becerisinin denem- yanılma ya da problem çözme gibi ö...