Ana içeriğe atla

Aileden Kalan Miras: Sevgi

Her çocuk dünyaya işlenmeye hazır bir cevher, meyve vermeye ve yeşermeye gönüllü hatta can atan bir toprak olarak gelir. Anne baba bu toprağı sevgiyle sulayıp bakarsa, toprak yeşerecek ve çeşitli meyveler verecektir. Aksine sevgisiz bırakıp ilgilenmezse, toprak çoraklaşacak ve kuruyup çatlayacaktır.


Çocuklara gösterilen sevgi, onların benlik arayışına kılavuzluk eder. Anne babaların çocuklarına sevgi göstermemelerinin altında birçok sebep yatmaktadır. Bunlardan en büyüğü, bilinçsizce ve üzerinde çok fazla düşünülmeden verilen çocuk sahibi olma kararı veya durumunda kalmadır. Peki bir çocuk istenmediğini bebekken dahi hissedebilir mi?  Elbette hissedebilir. Çünkü sevgi annelerin ses tonunda, dokunuşlarında hatta bebeğine sarf ettiği sözcüklerdedir. İlk yıllarda bebekle kurulan güven ve sevgi dolu iletişim o çocuğun benliğine, hayatına, kişiliğine, diğer insanlarla kuracak olduğu ilişkilere yapılan bir yatırımdır. Çocukların verdikleri tepkileri, gösterdikleri davranışları belirleyen tek bir bağımsız yaşantı ve duygu yoktur. Her şey bebeklikten bu yana yaptığı birikimin bir sonucudur.


Dış dünyanın tüm karmaşıklığına korkarak adım atan çocuğun koşulsuz güvenebileceği ve sığındığı tek yer anne ve babasının kanatlarının altıdır. O anda ihtiyaç duyduğu sevgiyi ve ilgiyi göremezse kendi dünyası kararır. Yapayalnız hisseder. Başına gelenlerin ne anlama geldiğini anlayamadığı için ürkek bir kuş gibi çırpınmaya başlar. Bazen bu çırpınışlar hırçınlığa döner bazen de bir suskunluğa… 


Sevgisiz büyümüş çocuk küçücük kalbindeki büyük acısını, tedirginliğini davranışlarıyla gösterir. Beş yaşında, on yaşında, on beş yaşında hatta büyüyüp yetişkin olduğunda dahi bunları ifade etmenin biçimlerini geliştirir. Her insanın içinde ya başı okşanmış, sevilmiş bir çocuk ya da örselenmiş, sevgisiz kalmış bir çocuk vardır. Kaç yaşına gelirse gelsin bu çocuğun sesi hep bir yerlerde yankılanır.


Sevgi, sevmek, sevdiğini gösterebilmek ebeveynlerden kalan en büyük miraslardandır. Tabiri caizse kalıtsal bir hastalık gibidir. Biri döngüyü, zinciri kırana dek, kendini tedavi edene dek aktarmaya devam eder. Gördüğü gibi göstermeye, şaşmadan aktarmaya programlı gibidir. İşte ham bir cevher olan çocuk nasıl işlenirse öyle parıldayacaktır. 


Sevgi gören bir çocuk yaptığı her davranışın, doğru ya da yanlış olması fark etmeden kendine ait olduğunu, başardığı şeyler için takdir edilmesi gerektiğini ya da ne kadar cesur olduğunu söyler, hisseder. Kendine değer verir. Sevgi görmeyen çocuk ise yaptığı her şeyin anne babasının gözüne battığını, onları asla memnun edemeyeceğini, mutlu edemeyeceğini zanneder. Koşar, yorulur. Amansız bir yetersizlik hissiyle baş başa kalır. Anne babasının yetersizlik ve güçsüzlüklerini kendi sırtına alır. Sonraki yaşamında da kimseye yetemediği hissini omuzlarında taşır.


İlgisiz ve sevgisiz ortamda büyümüş çocuklar bazı tipik davranışlar geliştirebilirler. Bu çocuklar çok fevri davranabilir; öfkelerini, üzüntülerini sevinçlerini abartılı bir şekilde yaşayabilirler. Duygularını saklayamazlar. Korkuları ve fobileri olabilir. Bazı durumlardan, bazı hayvanlardan ve karanlıktan korkabilirler. Bu çocukların akademik başarıları da genellikle yüksek olmaz. Dalgındırlar. Odaklanamazlar. Huzursuz bir ruh haline sahiptirler. Çeşitli obsesyonlar gösterebilirler. Anksiyete krizleri geçirebilirler. Çünkü onlar için kaygılarını kontrol etmek bir hayli zorlaşabilir. Nitelikli bir otokontrole sahip değillerdir. Sevgi dolu bir ortamda büyümüş çocuklar ise kendi içlerinde daha tutarlıdır. Duygularını daha sade ve sakin ifade edebilirler. İyi bir otokontrole sahiptirler. Sosyo-duygusal gelişimleri daha dengelidir. Dışarıdaki dünyaya sevgi görmeyen çocuklara nazaran daha güven dolu yaklaşırlar.


Sevgi göremeyen, kalpleri ve mini ruhları örselenmiş olan bu çocuklar, görünmez olmak isterler. Çünkü kendileri bile kendi varlıklarını kabul etmezler, edemezler. Saklanırlar, kaçarlar. Sanki o ortamda değilmiş, arkadaşlarının arasına karışmayı hak etmiyormuş gibi düşünürler. Kendi dünyalarına kimseyi dahil etmek istemezler yahut kimsenin dünyasına dahil olmak istemezler.


Sevgiyle büyüyen çocukların benlik algıları oldukça kuvvetlidir. Ancak sevgisiz ortamda büyüyen çocukların benlik algıları zayıftır. Kendilerine olan inanç ve düşünceleri zarar görür. Sevgisiz ve değersiz hissettirilerek büyüyen çocuklar, yetişkinlik döneminde de aynı duygularla karşı karşıya kalmaktan çekindikleri için reddedilmek konusunda oldukça hassastırlar. Reddedildiklerinde kendilerini suçlu hissederler ve sahip olduğu bir eksiklik yüzünden böyle olduğuna dair çarpık düşünceler arasında kaybolup giderler.


Sevgisiz ortamda büyüyen çocuklar ileriki yaşamlarında kendilerine tanıdık gelen, geçmişte hissettiği hisleri kalplerinde uyandıran kişilere yönelerek iletişim ve ilişki kurabilirler. Bu da sağlıklı olmayan oldukça zor bir durumdur. İnsanlar kendilerine sadece fiziksel zarar vermezler. Duyguları ve benliği örselenmiş, içinde kalbi kırık bir çocuk taşıyan her yetişkin kendine duygusal olarak zarar vermeye devam eder. Ayrıca kendini duygusal zararlara da açık hale getirir. Şöyle ki çocukluğu boyunca elma yedirilip portakalın zararlı olduğu söylenen bir insan portakalın da faydalı olduğu gerçeğini hemen kabul edebilir mi? Gönül rahatlığı ile o portakalı yiyebilir mi?


Hiçbir insan başarısızlığa uğramaktan hazzetmez. Sağlıklı, sevgi dolu çevrede büyüyen çocuklar başarısızlıklarının kendilerini tanımlamalarına izin vermezler. Ancak sevgisiz ortamda büyüyen çocuklar reddedilme ve başarısızlık durumunda ebeveynlerinin ne kadar haklı olduğunu, başarısızlığın onların kaderi olduğunu, bundan kaçamayacaklarını düşünürler. Sevgisiz yetişmiş pek çok çocuk hayatları boyunca kendilerinin farkına varmadan yaşarlar. Kendilerini keşfedecek cesareti ya bulamazlar ya da çok zor bulurlar. Sevgisiz yetişen çocuklar güvensiz bağlanmayı öğrenirler. 


Sevgi görmeyen, sevgi ihtiyacı karşılanmamış çocuklar kendilerine güvenemezler. Ciddi bir benlik kaygısı taşırlar ve evden kaçma eğilimleri oldukça yüksektir. Bu çocuklar duygusal açıdan büyük problemler yaşarlar. Sevgi göstermemek ve çocukları sevgiden mahrum bırakmak bir çeşit duygusal istismardır. Bu duygusal istismar çocukların kalbinde ve ruhlarında derin ve geçmeyen yaralar bırakır. Olumsuz bir benlik imajı oluşturan bu çocuklar depresyon, saldırgan davranışlar hatta intihar eğilimi gösterebilirler.


Çocuklar çiçek gibidir. Hiçbir çiçek üzerine gölge olunarak, bağırarak, azarlayarak, susuz bırakılarak büyütülmez. Çiçeğin ihtiyacı olan güçlü bir aydınlık, dinginlik ve sevgiyle verilen sudur. Sevilen çocuk büyür, serpilir. Sevilmeyen çocuk ise sararır, solar. Tıpkı bir çiçek gibi…


Yazıma Dostoyevski’nin sevgi ile ilgili manidar bir hikayesiyle son vermek istiyorum. Dostoyevski Rus Çarı tarafından mahkûm edilip, Sibirya’ya sürüldüğü yıllarda bir köpeği gözlemler ve insan ilişkileri üzerinde çıkarımlar yapar. İzlediği köpeğin, yanından geçen her mahkûm tarafından tekmelendiğini görür. Asıl ilginç olan köpeğin hiç kaçmaması ve yanına bir mahkûm yaklaştığında eğilerek tekme pozisyonu almasıdır. Yanından geçen herkes o köpeği tekmeler ve köpek buna hiç tepkide bulunmaz. Dostoyevski ise o köpeğe yaklaşarak başını okşar. Köpek önce şaşkın şaşkın ona bakar. Ardından hızla koşarak yanından uzaklaşır. Acı acı havlamaya başlar, ağlar. O günden sonra herkes tarafından tekmelenen bu köpek ne zaman Dostoyevski’yi görse ondan kaçar ve asla ona yaklaşmaz. 


İşte bu hikâye bize; sevgisizliği ve kötülüğü deneyimleyen birinin sevgi gördüğünde uyum sağlamakta zorlanabileceğini, belki de oradan kaçabileceğini gösterir. Anne baba kaderimizdir. Sonraki hayatımızda yönümüzü gösteren bir pusuladır. Sevgiyi öğrenen çocuk daima sevgiyi arar ve gösterir. Sevgisiz büyüyen çocuk ise sevgiden kaçabilir, kendine acılar yaşatabilir. Yargılar, karar verir ve kendini sonsuz bir karanlığa mahkûm edebilir.

                                                                                                                  Yağmur ÇİLENGER




Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

HAYAT GÜZELDİR FİLM ANALİZİ

                 Filmimiz, baş kahramanı cüretkâr, konuşkan, umursamaz bir adam olan Guido’nun amcasının yanında garson olarak çalışmaya başlaması ve Dora isminde bir öğretmene âşık olup evlenmesiyle başlıyor ve ailesiyle birlikte 2. Dünya savaşı sırasında Yahudilerin toplandığı bir esir kampına düşmesiyle devam ediyor. Bu esir kampında Guido küçük oğlunu yaşatabilmek için ona bunun bir oyun olduğunu hiç kimseye görünmeden saklanabilen ve hayatta kalanın en sonunda kocaman gerçek bir tanka sahip olacağını söyler çünkü oğlunun en sevdiği oyuncak tanktır. Böylelikle Guido oğlunun bu yıkıcı durumdan etkilenmemesini ve durumu bir oyunmuş gibi algılamasını sağlamış oldu İnsanın hayata tutunması için her zaman bir motivasyona ihtiyaç duyduğu gerçeği aslında filmde baş karakterimiz Guido’nun ailesi için kampta hayatta kalma mücadelesi vermesi, ailesinin bütünlüğünü korumaya çalışması, çocuğunun sağ kalması için çabalaması aslında belki de fizik...

Taklit Hastalıktan Dayatılan Hastalığa Munchausen Sendromunun Analizi

İnsanı bedensel, ruhsal ve sosyal bileşenlerin bir bütünü olarak düşündüğümüzde, bu bütünlüğün korunması ve sürdürülmesi sağlıklı olmayı temsil etmektedir. Bu iyilik halinin ortadan kalkması ise hastalığı ifade eder. İnsanların hastalık davranışları, hastalığın akut veya kronik olmasından, hasta kişinin sosyo-ekonomik ve kişisel özelliklerinden etkilenebilmektedir. Sayılan bu özellikler aynı zamanda hastalığa karşı gösterilen psikolojik tepkilerin de belirleyicisi olabilmektedir. Hastalık yüzünden çekilen acı ve bu acının kişinin hayatında yarattığı etki, o kişinin psikolojik sağlamlığının düzeyine göre daha hafif veya daha şiddetli hale gelebilir. Psikolojik sağlamlık, kişinin yaşadığı zor durumlar karşısında ruh sağlığını koruyabilme kapasitesi ve bu durumlara “uyum sağlama yeteneği” (Öz ve Bahardır Yılmaz, 2009, s.83) olarak açıklanmaktadır. Psikolojik sağlamlığı etkileyen en önemli faktörlerden biri ise sosyal destektir. Kronik hastalığı olan kişilerle yapılan bir çalışmada, algı...

OSB ve Taklit Becerisi

            Taklit, erken çocuklukla birlikte gelişen sosyal bir etkileşim becerisidir. Bu beceri, çocukların hem sosyal hayatında hem de yeni bilgi ve beceri kazanmalarında önemli rol oynamaktadır (Ingersoll, 2008b; Ingersoll ve Lalonde, 2010). Ayrıca, taklidin iletişimsel yönü ele alınırsa; ebeveyn- bebek arasındaki ilk etkileşim aracı olduğunu da söyleyebiliriz (Turan ve Ökçün-Akçamuş, 2013). Örneğin, bebekler karşılıklı gülümseyerek ya da çeşitli jest ve mimikler yaparak ebeveynlerinin çeşitli ses ve hareketlerini taklit ederler ve böylelikle aslında onlarla iletişime geçmiş olurlar.          Taklidin diğer bir işlevi olan öğrenmek ise, çocuklara fiziksel ve sosyal çevrelerini keşfetme şansı tanıdığı gibi bu çevrelerden çeşitli deneyimler öğrenmesini de sağlar. Bu öğrenme sadece sosyal değil aynı zamanda bilişseldir de çünkü taklit becerisinin denem- yanılma ya da problem çözme gibi ö...