“Sanki çok ömrümüz varmış gibi beklemeyi öğretiyor hayat bize…” Piyanist
Ya da umut etmeyi öğreniyoruz….
“Piyanist” filmini izlemişsinizdir ya da duymuşsunuzdur. II. Dünya Savaşı, Naziler, Yahudiler, büyük büyük olaylar… Homo Sapiens’in yine hunharca yeryüzünün ömründen birkaç bin yıl daha çaldığı savaşlardan biridir. Ve acı çeken onlarca, yüzlerce insan… Acı, insanı sınırda bırakan, yüzüne tokat gibi inen, yaşamak ve ölmek arasında medcezirin bir nüshasıdır aslında. İşte o filmde bir Piyanist bizlere Chopin Nocturne’u öyle bir çalar ki, onca yıkımın arasında bir umudun hep var olduğunu hatırlatır.
Kimi insanın gücü yoktur, tükenmiştir yaşadıklarından, dayanamaz acıya, kendini o en uç noktada bulur. İntihar; “Bir kimsenin, ruhsal ve toplumsal nedenlerle, yaşamına kendi eliyle son vermesi, kendini öldürmesi.” ya da “Kendi yaşamını tehlikeye sokacak aşırı bir davranış ya da eylem.” Sözlük anlamı bile acının ta kendisidir.
Victor Frankl, Auswich Kampı’nda intiharı ele alırken bu durumu tamamen bireysel nedenlere, Emile Durkheim ise intiharı tamamen toplumsal nedenlere yani umudu tükenen toplumların yarattığı bireysel kıyımlara dayandırıyor. Fakat iki teorisyenin de özünde söylemek istediği şey aynı. Umutlar tükenince bir yok oluş başlar. İşin aslı varoluşsal kaygılar esasen. Hatta Sartre “Bulantı”da vurgulamıyor mu bu varoluşsal kaygıyı: “Biliyorum. Bana tutku verecek herhangi bir şeye ya da kimseye artık rastlamayacağımı biliyorum. Birini sevmeye kalkışmak, önemli bir işe girişmek gibidir, bilirsin. Enerji, kendini veriş, körlük ister. Hatta başlangıçta bir uçurumun üzerinden sıçramanın gerektiği bir an vardır. Düşünmeye kalkarsa atlayamaz insan. Bundan böyle artık bu gerekli sıçrayışı yapamayacağım biliyorum.”
Hangimiz gelmedik ki bu varoluşsal boşluğun en kıyısına? Gelmeyenin köklerine inmek gerek, çünkü yeryüzü o kadar da huzur dolu bir mekan değil. Huzuru, mutluluğu hatta var olmayı garip yerlerde arayıp duruyoruz. Bazen hunharca alışveriş yaptığımız internet sitelerinde, bazen bir sonbahar yaprağında, bazen büyük devasa plazalarda, ya da bir yudum kahvede, bir çocuğun bakışlarında, içli içli çalan bir şarkıda kim bilir bir yolda yolcuyken… Hiç sormadık kendimize, peki ya “umut” nerede, biz nerede kaybettik onu da intiharın eşiğine geldik?
Yine dönelim sevgili Victor Frankl’a. “Eğer acıdan kaçınılabiliyorsa, yapılacak anlamlı şey nedenini ortadan kaldırmaktır, çünkü gereksiz yere acı çekmek, kahramanca değil, mazoşistçe bir durumdur.” diyor “İnsanın Anlam Arayışı”nda. Anlam bulamadıysanız şu hayatta, kendinize acı çektirmeye mahkumsunuz diyor, asıl mahkumiyet yaşadığınız bir Nazi kampı değil, hatta burada ölümü yemek içmek gibi günlük yaşam alışkanlığı olarak görmek de değil, hayattan anlam bulamıyorsanız, umutsuzsanız, işte o zaman bir ölüsünüz diyor. Hatta bunu demekle yetinmiyor, bu bir intihardır diyor, yani bu bir özkıyım, kendi kendinizin katili olmak.
Umut… Umut etmek… “Bir yerde yaşam varsa, orada umut da vardır.” der Cicero. Yok olmayı reddeden ve hayattan anlam bulmayı sonuna kadar onaylayan bir söz. Evet, yaşam varsa ve yaşıyorsak eğer mutlaka umut vardır, yaşamak bile umudun ta kendisi değil midir? O halde özkıyım da nedir, yok olmak da nedir? O zaman bütün işimiz gücümüz anlam bulmak olmalı. Yaşam, kendisinden anlam bulup onu doya doya yaşamamız ve hep umut etmemiz için önümüze altın tepsilerle sunulmadı mı? Yani demem o ki yaşamak, doya doya yaşamak... Hayal edin kendinizi, kollarınızı açın ve gökyüzüne haykırın, evet yaşıyorum, sadece yaşamak için değil, yaşamın benim için anlamlı olduğunu hissetmek için buradayım, şu anda buradayım ve yaşıyorum. Bütün mesele burada, şimdide kalıp anlam bulmakta.
Umutlarınızla kalmanız dileğiyle…
Behice Belkıs Çalışkan
Yorumlar
Yorum Gönder