Bilinmezden korkardım çocukken. Annemin oraya gitme demesine
gerek kalmadan karanlık gördüğüm her odadan biraz daha aydınlığa kaçardım.
Aklımın almadığı bir korkuyla tanımadığım yüzlerle dolu odanın duvarlarındaki
fotoğraflara bakarken aynı korkuyu büyüttüğümü hissettim içimde. Neden burada
tutulduğumu, buraya nasıl geldiğimi bilmiyordum.
Bu zamana kadar yaptığım bütün kaçma planları başarısızlıkla
sonuçlandı. Anneme haber verebilsem gelip beni al diyebilseydim. Keşkelerimi
bir kenara bırakıp korkumu biraz olsun içime gizleyip telefon dedikleri o aleti
elime aldığım ilk anda donakaldım. Bu insanlar teknolojinin çok ilerisinde bir
şey kullanıyorlardı iletişim için. Üç boyutlu bir kağıdı andıran bu cisimde ne
bir tuş ne de bir işaret vardı. Dümdüz bir karartı. Çözülmeyen şifrelerle dolu.
Kim bilir kaç gündür buradaydım. Kaç gündür hapsediliyordum. İçimi kemiren
endişenin esiri olmadan sağlıklı düşünmek için son enerji kırıntılarımı
harcıyordum. Ne işe yaradığını bir türlü anlamadığım sürekli elime tutuşturdukları
yapbozlar gibi hayatımın parçalarını bir türlü birleştiremiyordum. Bulunacağıma
dair olan tüm inancımı yitiriyordum gün geçtikçe. Artık kaçmak zorundaydım.
Kaçmak gereklilikten yerini bir zorunluluğa bırakmıştı. İşkenceler tahammülümü
ve inancımı azaltıyor beni gitgide uyuşturuyordu. Adını bilmediğim ilaçlar,
karşılığında ne beklendiğini bilmediğim sarılmalar ve gözyaşları... Ne
verdikleri yemeğe ne de yüzlerine yerleştirdikleri o sahte gülümsemeye
inanıyordum. Sürekli tekrarlayan bir ses içimde… “Ben kimim, neredeyim,
adım ne?” Tanımadığım takım elbiseli adamlar ismim olarak andıklarının ardına
bir “bey” iliştiriyorlardı. Birilerinin amcası, birilerinin dedesi, birilerinin
bey dediği bir adam oluveriyordum. Fakat en çok hiç hazzetmediğim genç gardiyanın,
kim olduklarını çözemediğim için onlardan böyle bahsetmeyi doğru buluyorum,
tuhaf gülümsemesine, “bunak” diye seslenmesine içerliyordum. Nasıl bir oyunun
içinde olduğumu kavramak için zamanımın olmadığını ve öldürücü darbelerini her
an ensemde hissediyordum. İçten içe benden kurtulmak istiyorlardı. Eşyalarım
diyebileceğim bana ait ve tanıdık gelen hiçbir şeyim yoktu. Yalnızca küçük bir
fotoğraf, çok eskide kalmış gibi yıpranmış ancak dün gibi içimde filizlenen bir
umudu yeşertiyordu. Annem ve ben. Gelip beni kurtarmasını bekleyemeyeceğimi
anladım. Fotoğrafımı da yanıma alıp kendimce bu sefer kusursuz olduğuna emin
olduğum bir plan yaptım. Yaşlı ve sürekli ağlayan kadının yanımda yatmasına
daha fazla tahammül edemediğim için küçük gardiyanın odasına taşınmıştım. Beni
tuttukları zindan oldukça yüksek ve hiç görmediğim kusursuz boyalı duvarlardan
oluşuyordu. Artık uyku imkansız hale gelmişti. Verdikleri ilaçları da günlerdir
almıyordum beni yavaşça zehirlemelerine göz yumamazdım. Zaten hafif olan
uykumdan en sevmediğim genç gardiyanın dış kapıyı açmasıyla irkilerek uyandım.
Planımı gerçekleştirebilmek için muazzam bir andı. Yaşlı kadınla kısa süre
tartışmalarını dinledim. “Baban hasta bilmiyor musun bu saatte geliyorsun ya
bir şeye ihtiyacımız olsa?” diye veryansın ediyordu. Babayla hiç tanışmamıştım.
Merak da etmiyordum. Uyumaları için onlara süre verdim ve koridorda sessizce
yürümeye başladım. Kalbim ağzımda atıyordu ve elimdeki çerçeveyi sıkı sıkı
tutuyordum. Kalbimin sesi o kadar şiddetliydi ki duyup uyanacaklar diye aklım
çıkıyordu. Şansım vardı. Zindanın kapısı kilitli değildi. İçimden aklı bir
karış havada delikanlıya teşekkür ettim. Kapıdan ayağımı dışarı attığım anda
arkamdaki sesle tüm hücrelerim irkildi.
“Baba nereye?”
Çok şey olmuştum bu zindanda. Ama baba lafı kalbimdeki bir
acının fitilini ateşledi. Dudaklarımdan “kızım” lafı dökülmesin diye
dudaklarımı sıktım. Kalbimin bir süreliğine durduğuna yemin edebilirdim. Bu
kızı tanımıyordum. Bu zindanda -ev demeye hala dilim varmıyor- bana kimse baba
diye seslenmemişti. Yanıma gelmemesi için yüzüne bakamıyordum. Yaklaştı.
“Ben döndüm baba. Dönme demiştin. Hepimizi, beni hatta
hatalarımı da unuttuğumu biliyorum. Alzheimer diyorlar senin için. Hiçbir şeyi
hatırlamadığını söylüyorlar. Ama babam olduğunu ben hatırlıyorum, senin
söylediğinin aksine hiç de unutmadım. Sen bu evden gidersem bir babamın
olduğunu unutmamı söylemiştin anneme. Ama döndüm baba, sen hatırlasan da
hatırlamasan da.”
Bazı anılar netleşsin istedim kafamda netleşmedi. Bu yüzü, bu
gözyaşlarını bu acısını içimde hissettiğim güzel kızı hatırlamak istedim,
olmadı. Ona sarılmak istedim yapamadım. Bunak lafının nedensizce kalbimi
kırdığını zannediyordum bu baba diye sesleniş içimde kentler yıkmıştı.
Gözyaşlarıma hakim olamıyordum. İçimde anneme duyduğum özlemin çok daha
büyüğünü hissediyordum bu kıza karşı. Hıçkırıklarımı bastırmak için konuşmam
gerekiyordu. Sanırım işkencelerin en büyüğü buydu. Hatırlayamamak. Yahut
hatırlamak. Kaçmak mı kolayıma geliyordu bilmiyordum. Kaçtıkça kalbimi kıran
gerçeklikten de uzaklaşacağım ümidiyle yaşıyordum günlerdir. İlk defa bu denli
kalmak istiyordum. Yalnızca şunlar dökülebildi dilimden:
“Hoş geldin canım kızım sanırım kendimden kaçıyordum seni
bulabilmek için.”
Feyzanur Çiçek
Feyzanur Çiçek
Yorumlar
Yorum Gönder